Bu Ne Yaman Çelişki Be Ustam..

Bu ne yaman çelişki be ustam..

İnsan hakları kavramı yokken bu denli insan hakkı ihlali yapılıyor muydu be ustam ?

02 Temmuz 1993’te insan seven, doğa seven, yurtsever 33 aydın insan; koşullandırılmış, yanlış yetiştirilmiş, gözü döndürülmüş insanlık düşmanı yaratıklar haline getirilmiş bir kalabalık tarafından yakıldı. Maşa olarak kullanılan kalabalıktan 33 kişiye idam cezası verildi. Hafifletici nedenlerle, kimileri yaşı gereği ceza indirimi aldı. Toplumun değişik kesimleri farklı farklı yorumlarda bulundu. Kimilerine göre her ne olursa olsun böyle bir olay yaşanmamalıydı, kimilerine göre ise kışkırtma da olmamalıydı canım..!  

Aradan yıllar geçtikçe bu utanç verici katliamdan ders çıkararak toplumu aydınlatması gereken ve kendini aydın sayan okuryazarlarının Sivas’ın anılmasına bile itiraz eder duruma geldiler. Bu durumdan cesaret alan yöneticiler Fazıl Say’ın bestelediği Metin Altıok Oratoryosu’nu sansürlediler.  

Metin Altıok’un kızı Zeynep Altıok’un bu olayla ilgili makaledeki yorumundan alıntıyla;

“Aydın olmak kilit kavramı. Buna değinmek istiyorum. Bizim kadar eğitimsiz bir toplumda aydın olmanın ayrı bir önemi olduğuna inandığım için...”. Bakın Metin Altıok ne diyor:

“Sözcük anlamından yola çıkarsak “aydın”; aydınlanmış, kendini bilgiyle donatmış kişi diye açıklanabilir. Ülkemizde aydın genellikle okumuş olarak bilinir ama okumuş olmak, kendini elinden geldiğince bilgi ile donatmak, aydın olmak için yeterli midir acaba? Söz konusu bilgi donanımı hangi seviyede olursa olsun bu soruya verilecek yanıt “Hayır!’ olmalıdır. Her ne kadar bilgili ve kültürlü olmak aydın olmanın gerek koşuluysa da yeter koşulu değildir.”

Şimdi sözünü ettiğimiz yeter koşul üzerinde duralım biraz: Osmanlıda okumuş kültürlü insana “münevver” denirdi. Münevver sözcük olarak “nur”dan gelir. Anlamı “aydınlanmış”, “aydınlıktır”. Osmanlıcada aynı kökten gelen bir başka sözcük vardır ki o da “tenyir”dir. “Aydınlatma, ışıklandırma” anlamına gelir. Birbirine bağlı bu iki sözcükten de anlaşılacağı gibi, münevver olan, özü gereği aynı zamanda tenvir edendir. Bunun aksi düşünülemez. Yani tenvir etmeyen münevver olamaz (Aydınlatmayan, aydın değildir). Evet; babamı, “aydın” olduğu için yakanlar, bugün kendilerine “aydın” tanımlaması yakıştıranların da desteği ile hepimizin geleceğini tehdit etmeye devam ediyorlar.

   Metin Altıok’a göre “Aydın olmaya giden yol muhalif olmaktan geçer. Muhaliflik ise tavır koyarak yapılır. Doğru adına, iyi ve güzel adına yanlışın, kötü ve çirkinin üstüne gitmeyen kişi aydın değildir. Türk muhalifleri kimi aydının başına gelenden ürkmüş ve nemelazımcı bir konuma düşmüştür. Bu konuma düşenler bir dereceye dek bağışlanabilirler. Ancak uzlaşmacı aydınlar bu nasıl aydın olmaktır bilinmez her türlü değere musallat bir kültür zararlısına dönüşmüşlerdir.

Metin Altıok’un Şiirin İlk Atlası, adlı kitabında yer alan yazısındaki masal ile örnekleyelim: “Serce kuşu yağmurlu bir günde şimşekler çakıp gök olanca hızıyla gümbürderken, yere sırt üstü yatmış, havaya kaldırdığı incecik ayaklarıyla boşluğu dövermiş. Bu tuhaf durumu görenlerin “Neden böyle yapıyorsun?” sorusuna “Bunca mahlûkat var yeryüzünde, gök yıkılıp üstümüze düşerse hepsi telef olacaklar. Ben de göğü tutmak için kaldırdım ayaklarımı” cevabını vermiş. Sonra içtenlikle “Kaldırdım kaldırmasına ama yine de korkudan yüreğimin kırk kantar yağı eriyor” diye eklemiş.

Çevresindekiler “Amma yaptın ha, sen kendin beş dirhem etmezsin. Bu kırk kantar yağ da neyin nesi!” diye alaya almışlar serçeyi. Serçecik şöyle bir bakmış yüzlerine “siz bunu anlayamazsınız” demiş. “Varın gidin işinize. Herkesin kendine göre kantarı, topuzu var.”

Metin Altıok’a göre aydın sorumluluğu ve etkinliği bir toplumun lokomotifidir. Eğer “Aydının gücü nedir?” diye soracak olursanız; masaldaki serçe örneği aydın sorumluluğundan kendisinin kendiliğinden bir güç olduğunu söylemek olasıdır. Yeter ki bir toplum oturduğu yerde ille de bir fil beklemesin!

 İşte aydın bir baba ve aydın kızı (C.K.)

Konunun ikinci önemli noktasına gelince; ortaçağda en üst düzeyde uygulanmış olan inanç çatışmaları ve katliamlar günümüzde devam etmektedir. Hiroşima ve Nagazaki’den ABD’nin Irak işgaline dek geçen süreçte, nedenleri maskelenmiş olsa da, toplu katliamlar süregelmiştir. Sivas Madımak Otelli’nde otuz üçü sanatçı ve aydın olmak üzere toplam 37 insanın yakılarak öldürülmesi son örneklerden biridir.

Olayın gelişimini özetlersek; Geleneksel Pir Sultan Abdal Şenliği, 1-2 Temmuz 1993’de Sivas’ta; 3-4 Temmuz günlerinde de Banaz’da yapılmak üzere hazırlık yapılmıştır.  

1 Temmuz’da söyleşiler ve kitap imzalamayla başlayan etkinlik, öğleden sonra Aziz Nesin’in konuşmasıyla devam eder. Aziz Nesin’in halkı kışkırttığı söylense de; Nesimi’nin türküleriyle gün olaysız geçer!

2 Temmuz gününün etkinliğine Buruciye Medresesi’nde imza ve söyleşiyle başlanır. Saat 13.00’e gelirken, öğle yemeği sırasında Cuma namazından çıkan bir grup, kültür merkezine taşlarla saldırır. Vali konağına saldırılır, sloganlar atılarak Atatürk heykeli kırılır. Madımak Oteli önünde birikmeler başlar. 19.30 sıralarında köktendinciler oteli ateşe verirler.

  Yerel yönetim ve merkezi hükümet yetkilileri, “kurtarın”, “imdat” çağrılarına duyarsızlardır.

İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu; Aziz Nesin’in halkı kışkırttığını açıklar. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Polisle halkı karşı karşıya getirmeyin” önerisinde bulunur. Sonuç yakılan masum yurtsever insanlar.

Bu katliamı, kıyımı ve yakımı önemsemeyen başbakan Tansu Çiller; “çok şükür dışarıdaki halka bir şey olmamış” diyebilmiştir.

Tarihe ve insanlara tanık olsun diye Aziz Nesin’in açıklamasını yayınlamakta yarar vardır. Dönemin içişleri bakanı Mehmet Gazioğlu’nun kışkırtma dediği Aziz Nesin’in konuşmasının tam metni;

Hepinize saygılarımı, sevgilerimi sunarım.

Mahdum Kuli adında bir Azeri yazar var. Onun 100. doğum ya da ölüm yıldönümünde bir jübile yapılıyor Bakü’de. Nazım Hikmet’i de çağırıyorlar elbette. O toplantıya gidiyor. Ama Mahdum Kuli hakkında hiçbir bilgisi yok. Toplantıdan önce, resmi toplantıdan önce çağrılı yazarlar kendi aralarında konuşurlarken Nazım sık sık Mahdum Kuli hakkında bilgiler edinmeye çalışıyor. Ve her konuşmacıdan en can alıcı noktaları saptıyor.

Ve ilk konuşmacı kendisi olduğu için orada öğrendiği Mahdum Kuli hakkında bilgileri dinleyicilere anlatıyor. Fakat dinleyicilerden Mahdum Kuli hakkında en can alıcı noktaları öğrendiği için, onları söylüyor. Zaten daha önceden başka bilgisi yok. Öbür konuşmacılara aşağı yukarı önemli söyleyecek bir şeyler kalmıyor böylece. Yalnız yanlış bir şey yapıyor. Türkçe’de “Mahdum” adı olmadığı için, Mahdum yani “oğul” adı olmadığı için, konuşmasında Mahmut Kuli diyor. Ve Mahmut Kuli’nin, dünyada olmayan Mahmut Kuli’nin hayatını anlatmış oluyor. Şimdi ben, Pir Sultan Abdal için buraya konuşmaya gelirken aynı durumda idim. Elbette Pir Sultan Abdal’ı genel olarak, bir aydın olarak biliyorum tabii, ama bu konuşmaya hazırlıklı gelmem gerekirdi.

Ben programı da bilmiyordum doğrusu. Onun için başka çarem yoktu, kitap aramaya kalktım. Tam buraya geleceğim gün, havaalanında, sağa sola bakarken kitap yerine daha değerli olan Asım Bezirci ile karşılaştım. Aman dedim, bana bir Pir Sultan Abdal kitabı; hemen çantasından çıkardı, kendi kitabını bana verdi.

Ben de Nazım gibi, tabii “Mahmut Kuli” dememek koşuluyla, Pir Sultan Abdal hakkında onun kitabından öğrendiğimi kendi eski bilgilerime dayanarak sizlere aktarmak istiyorum. Önce Pir Sultan Abdal, bu Abdal adı nereden geliyor? Kitapta yazılı değil, ama ben de henüz bilmiyorum. Etimolojik olarak “Abdal” sözü gezgin dervişlere verilen bir ad, ama çok “abdal” var, bizim öbür aptallar gibi değil, “yüzde 60 aptallar” gibi değil…

14 yaşımdaydım. Babam beni Kadıköy’deki Cafer Ağa camisine götürürdü. Bir Cuma günü -14 yaşımda olduğuma göre demek 64 yıl önce- orada imam, hutbeden sonra vaaz ederken, bu “abdal” konusuna değindi. Onun yorumuna göre -ki ben bugün katılmıyorum ama bir yorumdur. Bilmiyorum siz ne düşünüyorsunuz bu “abdal” sözü için, etimolojik anlamda nereden geldiği konusunda- “abdal”, “Ab-ü Dil’dir; Ab-ü Dil, gönlü su gibi akan anlamına gelir. Oradan doğmuştur, oradan dağılmıştır bu sözcük ya da deyim” demişti. Ben hala ona da inanamıyorum. Gönlü su gibi akan “Ab-ü Dil”in “abdal” olduğu lafına inanmıyorum. Tıpkı şey gibi; bu bizim (“maydanoz”, “midenüvaz”dan gelir, “pırasa” “pürhasa”dan gelir gibi) kaynakları hep Arapça’ya, Farsça’ya bağlamaktan gelen bir yorumdu. Ama böyle; bugün de ben henüz bilmiyorum, tabii içinizde bilenler vardır, niçin bu abdal sözcüğü giriyor dilimize. “ab-ü dil” doğru mudur, değil midir bilemiyorum, ama doğruluğuna pek inanmıyorum. Bana göre Pir Sultan Abdal’ın iki büyük özelliği var. Asım’ın kitabında 4 ağırlık gösteriliyor. Ama en önemli ağırlığı propagandacı olması, ki Asım buna katılmıyor, ama bana göre bir propagandacı. Ve iyi bir şairin ve iyi bir yazarın başlıca özelliği bulunduğu toplumun ve koşullarının propagandasını, ilerici propagandasını yapmasıdır. Ancak bu propagandayı nasıl yaparsa iyi bir şair olabilir.

Sanat ve estetik değeri ağır basan propaganda olursa; yoksa salt propaganda olursa o kupkuru bir şair demektir, propaganda şairidir. Çünkü Türkiye İşçi Partisi kuruluşundan sonraki ilk Meclis’e 15 milletvekili gönderdiği zamanki toplantılarda, ev toplantılarında, özel toplantılarında, özel toplantılarda bile “gelin dostlar bir olalım ve tevekketül Taala Allah” diye sonu, dörtlüklerin sonu böyle biten şiirini okurlardı. Demek ki 400 yıl propagandası sürebiliyor ve ona yeni bir yöntem getirmişler. Ama nasıl Allah’a, şu koşullarla gelin dostlar bir olalım; efendim, kılıç çalalım filan o koşulda ne olursa olsun, yani sen eşeğini iyi bir yere bağla da sonra Allaha güven. O anlamda bir tevekkül.

Propaganda birinci şeyi bence vasfı propaganda, bugün o propagandadan bize kalan ya da kalması gereken Alevilik propagandası değil, sanat değeri olan propagandadır. Öyle olması gerekir. İkinci büyük yanı kavga şairi olmasıdır. Ki, bu kavga şairi sürmüştür. Kavgası, kavgacılığı sürmüştür, kendi ölümünden sonrada bugüne kadar sürmüştür. Kötüye karşı savaşım vermektir. Ve köylü başkaldırılarında, Türkiye’de köylü başkaldırılarında çok büyük etken olmuştur bu kavgacı şair. Pir Sultan Abdal’ın bir özelliği, birçok Pir Sultan Abdallar olması. Asım’ın kitabında 4-5 tane filan gösteriliyor. Bana kalırsa, nereden seziniyorum, çünkü bu kavgacılığı ve propagandasının sürmesi birçok Pir Sultan Abdalların yaşamış olduğunu gösteriyor. Ölümünden sonra da, ölümünden önce de. Ve lejander bir kahraman oluyor böylece. Yani halkın asıl malı olmak, özellikle o dönemde, 15-16. yüzyıllardaki bu anonim şairlerde güç buradan geliyor. Halk onu özümsüyor, halkın içinde eriyor ve birçok şairler çıkıyor. Aynı adı taşıyan, bu şu demektir.

Aynı felsefi doğrultuda yazan şairler, oraya herhangi bir şair alınmaz, örneğin Nasrettin Hoca, söylememiş, yazmamış bile olsa, o doğrultuda o felsefe doğrultusunda -ki fıkralar girebilir bana göre- Pir Sultan şiirleri de bizzat tarihsel Pir Sultan’ın asılan Pir Sultan’ın şiirleri olamaz, onlardan fazla ek olarak da o doğrultuda, o felsefi doğrultuda, o inançta yazmış şairlerin, şiirlerinden oluşur gibi geliyor. Bugün propagandası Alevilik üzerine, fakat bu Alevilik üzerine olan propaganda aslında bir araç olarak kullanmış bunu, yine benim yorumum.

 Aleviler Hep Muhalefettedir

Aslında insancıllığın propagandasını yapmış ve Alevilik ile hoşgörülük bu nedenle birleşmiş. Aleviliğ’in Türkiye’de ve sürekli olarak hoşgörüyle ortaya çıkarmasının nedeni bana göre muhalefette olmuş olmasıdır. Çünkü muhalefetin şirketlerde olduğu gibi daima yüzde 50’den fazla şansı vardır. Yüzde 51, yüzde 52’dir. Türkiye de hiç bir zaman Aleviler iktidar olmamışlardır. Acaba iktidar olsalardı ne olurdu. Bu bir kuşkudur bende. Çünkü iş iktidarda olmayınca hep muhalefette kalıyor. Şirketlerde olduğu gibi yüzde 51 onda. Onun için muhalefette olan hep doğruyu, kendine göre hep doğruyu söylemişlerdir, hoşgörüde yanılmışlardır.

İktidar olarak iktidar vermek zorundadır. Verebildiği ölçüde. Ama Aleviler hep muhalefette kaldıkları için hep istemişlerdir, isteyen daha çok haklıdır. En az yüzde 51 hak sahibi olmuşlardır. Tıpkı şirketlerde olduğu gibi bana göre. Aslında konu kaynağı, Aleviliğin kaynağı beni doğrusu hiç ilgilendirmiyor. Size aykırı gelebilir bu düşünce, ama ne yapayım ki böyle, ben Ali ile Muaviye arasındaki 1000 yıl önceki çekişmenin bugün hala sürmesini hiç anlayamıyorum…

Biz ilkokulda iken, Darüşşafaka da okudum. 4. sınıfta Siyer-i Nebi ya da Siyer-i Enbiya denilen bir ders vardı. Din dersi vardı. Aslında din dersi değil de peygamberler tarihi Siyer-i Nebi; Peygamber Nebi, Muhammed Peygamber’in hayatı. Siyer-i Enbiya peygamberler tarihi. Orada bu Muaviye ve Ali çatışması bize çok uzun ders olarak anlatılmıştı, öğretilmişti.

Ve bu dersi veren hoca tabii, Muaviye’yi haklı bulmuyordu, kendisi Alevi de değildi. Zaten Muaviye’yi haklı bulan Türkiye’de Sünniler arasında pek yoktur.

Orada bağnaz, o zamanki bağnaz Alevilerin helâlarını Muaviye adına benziyor diye maviye boyattıklarını söylemişti. Çok ilginç bir saptamadır bu. Yani helâsının duvarını maviye boyarsa hiçbir ilişkisi yok Muaviye’ye hakaret etmiş olacak. İş bu noktaya kadar gelmiştir ve devam ediyor. Kahramanmaraş Olayları’nda bunu gördük, can almaya kadar bu düşmanlık varabiliyor. Benim çocuklarımdan, vakıf çocuklarımdan bir tanesi, bir kız, Akşehirli bir kız, öğretmen okulunu bitirdi. Sevdiği erkek Alevi. Çok büyük bir olay oldu Akşehir’de, bir Alevi delikanlıyı bir kızın sevmesi. Bir Sünni kızın sevmesi.

Oysa o delikanlı ne Aleviliği biliyordu ne de gerçek Alevi’ydi. O Sünni denilen kız da ne Sünni’ydi ne de Sünniliği biliyordu. İki tane Türk insanıydı. Türkiyeli iki insandı. Ve bu, büyük şeylere birçok yerlerde varmıştır, cinayetlere kadar, ama o tatlıya bağlandı, aileler dargın kalmak koşulu ile onlar evlendiler ve üç tane çocukları oldu. Bu bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Bu olay etkilemiştir beni. Bu şey hakkında, bu düşmanlık hakkında, doğrusu beni 12 imam da, bu size aykırı gelebilir, bağışlayın beni lütfen çünkü çoğunuz sanıyorum ki Alevisiniz ve benim de bütün inanmış insanlara saygım olduğu gibi Alevilere biraz daha çoktur saygım, neden söyleyim… Çünkü…
Hangi tarihsel neden olursa olsun en çok hoşgörüye dayanan bir inançtır. Ama dinsel inançlara karşı ve dinsiz bir insan olarak… Bu anlamda, Aleviliği tutmuyorum. İnsancıl yanını ve hoşgörü yanını tutuyorum. Ona çok değer ve önem veriyorum. Şiilikle ben onu da anımsıyorum ve muharremlerde 10 Muharrrem mi öyle bir şeydir, matem günündeki Şiilikle kaynak olarak Aleviliğin yakınlığı elbette vardır, hatta şöyle diyebilirim. Yanlış da olabilir, ama böyle yanlış bir düşünce var kafamda; Alevilik, Şiiliğin Türkiyeleşmesidir. Türkiyeleşmesidir, çünkü aslında bizim Türkiye Müslümanları, Arap Müslümanlarına benzemiyorlar.

Türkiye Müslümanlığı başka bir çizgiye sokmuştur genelde, bunu anlamak için “Cami-ül Eser”’in içine girmek bile yetiyor, ben “Cami-ül Eser”’e birkaç kez girdim. Medreselerini de gezdim, gördüm. Örneğin caminin içerisinde, o büyük caminin içerisinde çocuklar koşmaca oynarlar ve entarili Arap yerde yatmıştır, uyuyordu, horlaya horlaya ve entarisi açılmıştır. Cinsel organı şişe şişe kabarmaktadır, onu ben gözümle gördüm. Türkiye’de camide böyle birşey olmaz, ister Sünni olsun ister başka şeyden olsun. Yani Türkiye İslamlığı Türkiyeleşmiştir, Alevilik de bana göre Şiiliğin Türkiyeleştirilmişidir.

Türkleştirmek demek istemiyorum, çünkü Türk olmayan Aleviler de vardır, Kürt Aleviler vardır ama Türkiyeleştirmiştir ve insancıllığı da buradan geliyor zannediyorum. Bir de başka bir şey var, tabii ırk etkisini öne almayan bir insanım bildiğiniz gibi, ama en öz Türklerdir onlar; nereden anlıyoruz, çünkü gelenekleri, Türk gelenekleri, hala sürmektedir, gelenek ve görenekleri onlarda sürmektedir.

Oysa Türkiye çok karışmış bir ülkedir. Çok iyi karışmış ayrıca ama, Aleviler o kadar, onlar kadar karışmamışlardır bulundukları daha çok toprak insanları oldukları için. Yani örneğin Bektaşiler gibi şehirleşmemiş, daha çok köy insanlarına dayandığı için daha gelenekleri ile Türklüğü sürdürmüş insanlar olarak görüyorum onları.

Şimdi bugün Aleviliği nasıl yorumlamak gerekir. Ben düşüncemi söyleyeceğim. Önce Musa idi galiba bu saz çalan arkadaşımız, bu kohmirem kohmirem diyen Sabir’in yine Azerbeycanlı Sabir’in şiirini okudu, aslında korhiyir, kohmirim filan yalan… Hem de adam akıllı korhiyir, çünkü şurdan belli, Sabir’in şiirini bozdu, “Nerede yobaz görirem korhirem”. Öyle değil ki “Harda Müselman görirem korhirem”. Korktu Müslüman görmekten korkmaktan…

Hatta bütün dillerde atasözü haline gelmiş bir deyim vardır. “Kork Allah’tan korkmayandan” derler. Onun için Allah’tan korkmayan biri başa geldiği zaman ondan Türk Halkı korkar. O deminki Sebir’de de şiirini okuyan, şiiri okunan Sabir de Şia mezhebinden.            

Ben bizim din ateşleriyle konuştuğum ve tartıştığım zaman bana sık sık Aleviliğin mezhep olmadığını söylüyorlar. Doğru, Alevilik mezhep değildir. Ama bir tarikat mıdır, bilmiyorum, siz daha iyi biliyorsunuz. Elbette, ne olduğunu doğrusu Aleviliğin; önemli, değerli bir şey olduğunu biliyorum.

Ama tarikat desem tarikat değil, çünkü bir şeyhten şeyhe geçmiyor, Bektaşilik gibi bir ruhsat alınarak yeni bir şeyh olmuyor, efendim, haa, mertebe o filan böyle şeyler, yani biraz somut olarak fiilen var, olan, ama adı mezhep olmayan, tarikat olmayan bir şeydir. Ve daha çok tabii, Aleviler daha çok Türkiye’ye özgü bir durumdur. Mertebe derseniz deyin, ama adı bence adı pek konmamış gibi yanlış şeyler söyleyebilirim. Ama mezhep olmadığına, tarikat olmadığına göre, bünyesi bakımından olamadığına göre bir ad bulunması gerekir. Mertebe uygunsa mertebe denilebilir.

Ama mertebe cumhurbaşkanlığı da mertebe, Alevi değil, ama onun için onlar başka bir şey vardır ya da vardı, belki ben bilmiyorum. Bugün nasıl yorumlanmalıdır. Ben genelde 400 yıl önce ne olursa olsun, en doğru sözler olsun, bugün aynen onların yürürlükte kalmasından yana değilim. 700 yıl önce, 750 yıl önceki Mevlana da öyle, tabii bunların içinde ölümsüz değerde sözler elbette vardır. Ama o felsefe bütünüyle bugüne ait uygulanamaz ve o yüzden ben Müslüman değilim, yoksa Kuran’da da güzel sözler var. 1300-1400 yıl önceki sözlerin, kimin sözü olursa olsun, eskiyeceğine inanmıyorum. Eskimiştir.

Bugün Pir Sultan’ı yaşatmak, ondaki gerçeklerin çağcıllaştırılma, bugünkü çağa uyar hale getirebilsek, o zaman ondaki nedir onlar, insancılık başta olmak üzere bir de haksızlığa karşı ayaklanmak ya da karşı gelmek yoluyla olabilir. Bunu sazda, sözde, şiirde yeni Pir Sultan Abdallar, çağcıl Pir Sultan Abdallar, yeni demelerle yeni deyişlerle ortaya koyabilirler ancak. Aynen tekrarında bilimsel yararlar vardır, tarihsel yararlar vardır. Ama bugünün koşullarına hepsi uymaz, uyamaz zaten. Bu mümkün değildir nokta. Değişime aykırı bir olaydır.

Onda değişmeyen özleri bulup onları sürdürmek gerekir. Şimdi çok aykırı gelecek size, zannediyorum ki aykırı gelecek, ben saza da karşı bir insanım. Bu saz böyle devam ettikçe Türk milleti bir adım ileri gidemez. Yunus zamanında bu saz böyle çalınıyordu, 770 yıl önce Pir Sultan Abdal zamanında da böyle çalınıyordu, bugün de böyle çalınıyor. Bu sazı alıp da Pir Sultan Abdal’ın demeleriyle bunu çalarsak bu olmaz; hiçbir ilerleme olmamış demektir. Türkiye bir adım ileri gitmemiş demektir. Sazda bir hamle, bir atılım, bir modernlik, bir çağcıllık yaratırsak şiirlerinde ve şarkılarında türkülerinde yaratabilirsek bunu başarabiliriz. Bu çok güç bir iştir. Ama bu çok güç işin altından kalkmak zorunda Türkiye. Kalkamıyor bugün kadar.

 Almanya’ya giden, Avrupa’ya giden delikanlıları görüyorum, hepsinin elinde bir siyah torba içinde saz. Düşünün ki bu saz hiçbir öğretim görmeden kendiliğinden öğreniliyor. Olabilir mi böyle bir şey? Haa sazda yenilik yapanlar yok mu? Bir kaç tane yenilik yapanlar var. Bunları tanıdık, yaşadık bunlarla. İşte o yenilikleri ya da başka yenilikleri getirmesek saza, bu saz kendimizin kendi ayak bağımız olacaktır gibi geliyor bana. Hiç çağcıl bir olay değildir bu. Tıpkı cami mimarisinde Süleyman, Mimar Sinan’ı taklit ederek onun yaptığı camiler gibi cami yapmaya benzer. Kocatepe Camii böyle bir örnektir. Bir zaman sonra bu camiler bir anıtsal ören olarak kalsa, yani cami kalmasa da diyelim ki 1000 yıl sonra 3000 yılında bunlar yerin altında kalsa, arkeologlar orayı kazıyıp çıkarsalar, bakacaklar bu ne camisi, Ankara’da Kocatepe Camisi. Allah Allah, bu cami diyecekler ki yahu Kanuni Sultan Süleyman’ın yaptığı caminin kötü bir kopyası, hiç Türkler ilerlememiş mi, bunu soracaklar, sazda da böyle

Türküde de böyle, şiirde de böyle, biz nereye geldik, işte o zaman Pir Sultan ve onun gibi bunlar toplumsal ve lejander kahramanlardır, onun yoluna bağlı kalmış oluruz. Yoksa aynen yineleyerek değil.

Aynen yinelemenin yeri tarihtir. Tarih dersidir, tarih bilgisidir. Bu atılımı yapmamız yine onlara dayanarak olabilir. Pir Sultan’ın gerçek değerini vererek. Örneğin etkinlik 4.’süymüş galiba, burada görüyorum, 400 yıllık Pir Sultan’ın 4. kutlama töreni olabiliyor.

Türkiye’de ağır siyasi baskılardan dolayı Pir Sultan Abdal Derneği’nin Başkanı’nı kutluyorum, candan çok güzel birçok değerli bir konuşma yaptı, Sayın Vali’mizi de kutluyorum. Ondan ben Vali’yi kutlamaya alışık değilim, ama bu Vali’yi elbette kutlayacağım böyle bir Vali’yi… İşte benim kısaca Pir Sultan Abdal hakkında söyleyeceklerim bunlardır. Özet olarak tekrarlamak istediğim şu: Pir Sultan Abdal bir kişi değildir, Türk Halkı’nın büyük çoğunluğudur. O nereden belli, çünkü birçok Pir Sultan Abdallar vardır, onu benimsemişlerdir, onun felsefesi doğrultusunda yazmışlardır şairler. Onlar hepsi, tıpkı bu şeylere benzer; market, mahalle bakkallarını nasıl kaldırırsa bir tane Pir Sultan Abdal çıkar öbürlerinin aynı yolda olanlarının adını siler. İşte bizim tarihimizde çok var. Özellikle halk şairlerinde pek çok var. İkincisi de Pir Sultan felsefesinin doğrultusunda yenilikler ve atılımlar yapmak zorundayız. Yoksa biz gene biz oluruz, yüzde 60 mı yüzde 90 mı aptal oluruz belli olmaz.

 Sağ olun teşekkür ederim…

Günlerce el ilanlarıyla halkı tahrik edenleri görmezden gelenler, yerel gazetelerin köşe yazılarında yalan yanlış bilgilerle cahil insanları kuranları görmezden gelenler, civar illerden insan getirerek Sivas’ta savaşa hazırlar gibi tuzaklar kurmaları bilmezden gelenler yukarıdaki masum açıklamaya “tahrik” diyecek kadar bizlerle dalga geçmişlerdir. Onlar utanmamıştır ancak işin acısı kendini aydın sananlar utanmamaya devam ediyorlar hala.

Konunun üçüncü önemli noktası;

Bu korkunç ve utanç verici olaydan ders çıkarması gerekenler olayı unutturarak yeni katliamcı kafalar yetiştirmeye devam etmektedirler. Ruhsatlı işyerinde içki satan bir yurttaşını çivili sopalarla dövebilen, bıçakla saldırarak korkutmaya çalışan resmi görevli memurlar bu çağda ve üstelik başkentte bol miktarda bulunabilmektedir. Bu utanç abidesi Madımak Oteli’ni dostluk ve barış müzesine dönüştürelim diyen Alevi-Bektaşi kuruluşlarının yetkililerine Bakanlığın yeterli ödeneği yok diyebilen bir Kültür Bakanı. Aynı kuruluşların, parayı bizim kuruluşlarımız üyelerimizin özgücüyle sağlar ve müzenin yapımını gerçekleştirir açıklamalarına da eski sosyal demokrat şimdi gerçek demokrat Kültür Bakanımız sessiz kalmaktadır.

Ülkesini, halkını, inancını ve yaşam biçimini seven ve geliştirmek içinde bilgi, bilim ve insan sevgisi bizim yolumuzdur diyen bu insanlar Madımak müzesini yapacaklardır.                                                                                                        

Cengiz Kılıç

07 Temmuz 2014 / gemimo.org